Büyük Şehir Sorunsalı

Eğer siz de metropol tabir edilen büyük şehirlerden birisinde ve özellikle mega köy İstanbul'da yaşıyor iseniz, birazdan değineceğim konuları çok iyi biliyorsunuzdur.

Öncelikle kendi yaşantımdan kısacık kesitler eşliğinde, büyük şehir yaşantısındaki geri döndürülemez yozlaşma ve bozulmanın nereden nereye geldiği hususunda şahsi değerlendirmeler ile unutulmaya yüz tutmuş değerlerin önemini ve bozulma sürecinin aşamalarını irdelemek gerektiği kanısındayım.

Bugünün 52 yıl öncesi İstanbul'da doğdum. Bebeklik ve küçüklük dönemlerimi, Şişli'de, çocukluk ve gençlik evrelerimi Arnavutköy'deki evimizde ve dolayısı ile boğaziçi ortamında geçirdim. Yani İstanbul, İstanbul iken.

Evimizin önündeki caddeden tramvay geçerdi, amerikan strapentenli dolmuşlarımız (yaşıtlarım hatırlayacaktır, 7 kişilik, limuzin uzunluğundaki dolmuşlar), oval burunlu, motoru şoför ile ön sağ tarafta oturan yolcunun ortasında yer alan, kışları kalorifer gerektirmeyen, yazları ise herkesin motor tarafından geri kaçması nedeni ile önü boş kalan otobüsler vardı. Arnavut taşlı, temiz sokaklar vardı, evden çıkıp, caddeyi geçince olta sallardık denize, kalkan, pisi, kofana gelirdi bayat ekmekli iğnelere. Sadece aynı sokaktaki veya aynı mahalledeki insanlar değil, semtteki insanlar birbirini tanırdı. Yaşlı amcalarımız vardı, şapkalı, eski ama temiz kaşe paltolu, gravatlı dolaşırlardı. Hanım annelerimiz, pardesü, başörtüsü giyerdi. Öyle şimdiki tarzda "türban" denilen şey değil. Başörtüsü idi, kumaşı güzel, bağlaması güzeldi.

İnsanlar yürürken birbirlerine selam verirdi, saygı, sevgi, hürmet ve en önemlisi kültür vardı şehirde. Otobüslerde, 13-15 yaşlarındaki genç kızlar ayakta kalmışlar ise, yaşlı amcalar kalkıp yer verirlerdi. Şimdiki uyuyor numarası yapan gençler yoktu. Yaramazlık yapan çocuklar vardı sokak aralarında ama herkes kimin çocuğu olduklarını bilir, muhabbet ile davranırdı. Teyzeler sepet salardı, oğlum bana ekmek alır mısın diye.

Eleni vardı, Artin vardı, hiç de yabancımız değillerdi. Onlar bize paskalya yumurtası dağıtırdı, bizde onlara aşure. Hatta bazen tersi bile olurdu. Evde renkli yumurtalar kaynatılırdı, hem biz yerdik hem de komşularımıza dağıtırdık. Cumbalar rengarenk çiçekler ile bezenirdi. Kim zengin, kim yoksul fark edilmezdi, edilse dahi ayırım yapılmazdı. İnsanlar kimseyi aşağılamaz, kimseye öfke kusan gözler ile bakmazdı. Genellikle mahallenin gençleri ile diğer mahallenin gençleri kavgaya tutuşacak gibi olur ancak hemen birkaç büyük müdahale ederek, tatlıya bağlardı. Nefret yoktu insanlar arasında. Bayramlar coşku ile kutlanır, al bayraklar her yeri süslerdi.

Siyah önlükler, kumaş mendiller, dantel ve oya işlemeli beyaz yakalıklar, mavi veya gri ceket altı lacivert pantolon vardı okullarda. Her şeyin kıymeti bilinirdi. Büyüklerin eskiyen kıyafetleri tersyüz edilir, küçüklere uyarlanırdı.

Masadaki rakının yanına konulacak mezenin kültürü vardı, ezan okunurken yatan doğrulur, bacaklar indirilirdi. Yaşlılar ve büyükler birer abide gibi ağırlanırdı. Yaşadıkları uzun yıllara hürmeten, tecrübelerinden istifade edilmeye çalışılırdı. Eti senin kemiği benim kavramı ortaya atılmadan önce, "amcası, çocuğumuza meslek öğret, öğrensin ki adam olsun" denilirdi. Nur yüzlü hatiplerin vaaz verdiği, tertemiz camilerimiz vardı. Mevlitler o güzel camilerde düzenlenir, cemaate şekerler dağıtılırdı.

Hisar, Emirgan, Bebek, Ortaköy, Beşiktaş, Dolmabahçe bir başka idi. İstiklal caddesi'ne bazıları Pera derdi bazıları Beyoğlu. Gidelim denmezdi, çıkalım denirdi. İnsanlar en düzgün ve en temiz kıyafetlerini giyerdi Beyoğlunda. Emek sineması merkez idi, yeni melek, atlas sinemaları, maksim gazinosu, ömrümde ilk defa opera izlediğim harbiye tiyatrosu vardı. Tatlıcılar ve muhallebiciler ise film sonrası uğramadan geçilmez noktalar idi. Balık pazarında en taze balıklar satılır, pasajda akordiyon veya laterna eşliğinde bira ve kulüp rakısı içilirdi. İçilirdi ancak şimdiki gibi arsızca değil, her şey adabı ile yapılırdı çünkü İstanbulun yazılı olmasa da tüm sakinleri tarafından bilinen adab-ı muaşeret kuralları vardı, istisnasız herkes tarafından uygulanan. 

Tophanede mangal üzerinde pişirilen kahvenin yanında nargile içilir, Eminönünde tezgahlar dolaşılır, kapalıçarşıda takı alış verişi yapılırdı. İtiş, kakış yoktu. Küfeciler bile saygılı ve efendi idi. İnsanlar İstanbula gidelim dediğinde, neresi olduğu bilinirdi. Eminönü, Fatih, Beyazıt, Zeytinburnu ile Yedikule zindanları, Balat, Eyüp gibi semtleri çevreleyen surların iç tarafında kalan bölgenin adı idi İstanbul.

Gülhane'de Ramazan eğlenceleri yapılır, büyük meydanlarda kumpanyalar düzenlenirdi. Düşünün ki, Etiler dediğimiz semt bostanlıktı. Ötesi yoktu. Bugün var olan semtlerin çoğu yok idi. İstanbulun tek stadı İnönü (İsmetpaşa) Stadyumu idi. Levent sadece oto tamircilerinin olduğu küçük bir yerleşke, Maslak bozkır, Sarıyer ayrı bir muhitti. Kaymaklı yoğurtlar kefede, sütler günlük güğümlerde, boza ve sahlep akşamları ibriklerde satılırdı.

İstanbul gerçekten de İstanbul idi.

"Bunların çoğu şimdi de yok mu sanki" diyenler olacaktır. Evet var, var ama eskiden her şey ölçüsünde ve kararında idi. Topluluklar tüketme hastalığına yakalanmamıştı. Her şeyin en yenisi, en iyisi, en son modeli bende olacak derdi kimsede yoktu. Hayatı sürdürmeye yetecek araç ve gereçler kafi idi. Olan, olmayanın yanında varlığını belli etmemeye, gücendirmemeye çalışırdı. Günümüz kompleksleri henüz zihinlere yerleşmemişti.

Eğitim yine vardı ama zamanında ve kararında veriliyordu. Çocukluğunuzu da yaşayabiliyordunuz, gençliğinizi de. En azından o düzgün ve dengeli hayat tarzı içerisinde, yaşadığınızı hissedebiliyor, yaşamdan çeşitli faydalar elde edebiliyordunuz.

Pencereye çıktığınız zaman gökyüzünü görebiliyordunuz. Yüzünüze çeşitli bitkilerden derlenmiş güzel kokular içeren rüzgar esiyor, geceleri gökyüzüne baktığınızda ise yıldızları görebiliyordunuz. Büyük ayı, küçük ayı, yengeç dönencesi, şimal yıldızı ezbere bilinirdi eskiden.

Komşuluk, akraba ilişkileri, yardımlaşma vardı. Yetişkinler TV, gençler PC karşısında esir alnmamıştı. Mailleri kağıtlara ve kalemler ile yazar, dilinizle yalayıp yapıştırdığınız zarflar içerisinde postahaneye giderek gönderirdiniz. Her şey doğal şekli ile ve insan doğasına uygun biçimde yapılırdı.

Bırak akrabayı, mahallenizdeki her üzücü durum bilinirdi. Hastası olana, başına felaket gelene, herkes gücü nisbetinde yardım etmeye çalışırdı.

Polis amcalar, bekçi babalar vardı güler yüzlü. Kin ve öfke ile davranmazlardı, vatandaşlar da onları kendi aile fertleri görürdü. GS-FB maçlarında taraftarlar karışık otururdu. En ağır ve hakaret içeren tezahürat Fincanı taştan oyarlar diye başlayan idi. Anne, Kızkardeş kutsaldı. Birbirlerine ölesiye düşman olanlar bile bunları ağızlarına almazdı. sokaklarda güler yüzlü o kadar çok insan olurdu ki, üzgün veya kederli görünenlere durdurup nedenini sorarlardı. Karşılıksız yardım vardı. 

Velhasılı, saymakla veya yazmakla bitmeyecek ayrıntılar yer alıyor hafızamda ve o günleri yaşayan İstanbulluların hafızalarında. Özlemle yad edilen o günlerin tamamı mazide kaldı.

Yakın tarihimizde kayıt altına alınmış politik ve şahsi menfaatler sonucunda, harcanan, yozlaştırılan, kültürü ve yaşam felsefesi katledilen, binlerce yılın birikimi talan edilen İstanbul ve o şehrin bireyleri artık yok.

Sadece İstanbul değil böylesine vahşice saldırıya uğrayan, eskilerin diğer büyük kentleri de, İstanbul kadar olmasa dahi böylesi ağır kırımlara maruz kaldı. 

İnsanların, insana yakışır şekilde, sevgi, saygı, hoşgörü ve kurallara saygılı biçimde yaşayan topluluklar oluşturmaması için yapılan planlar o kadar başarılı ki, bir kesim cinnet geçirme aşamasında, diğer kesim ise o sona doğru hızla yaklaşıyor. 

Günümüz firavunlarının yöntemi çok basit.

Çocukları daha minnacık iken sayısız rekabet ve yönlendirmenin içerisine çek, duyu ve duygulardan arındırılmış bedenler halinde, belirli güç odaklarının önlerine sür, o yığınlarda yer almanın çok iyi olduğu, "sürüden ayrılanı kurt kapar" fikrini empoze et. (Yani sizin bir koyun, diğerlerinin ise gücünüzün yetmeyeceği kurtlar olduğunu aşıla. Buradaki amaç "kurt !!" lara karşı güç oluşmaması.) Bu şekilde yetişen insanları, mekanize birlikler haline getir, bir noktada durup kendi iç dünyalarına yönelmelerine veya düşünmelerine izin verme, bencil ve bireyselliğe odaklı, kanun, kural, nizam, düzen, özen, sevgi, saygı barındırmayan bir yapı oluştur. Hırs ve şehvet duygusunu herşeyin önüne geçecek gibi aşıla ve kendi çıkar ve menfaatlerin doğrultusunda bölerek birbirleri ile çarpıştır, savaştır ve yönet. 

Sanki ecel hiç gelmeyecekmiş, sanki öldükten 3 ay sonra, hiç var olmamış gibi unutulmayacakmışız gibi....

Eskiden aşıklar, sevgilerinin büyüklüğünü "Denizler derya, ormanlar kalem olsa anlatmaya yetmez" diyerek tanımlardı. Bizde benzeri bir söylev ile konuyu bağlayalım.

"Büyük şehir stresini ve içerisine atıldığımız sorunlarını anlatmaya okyanuslar da yetmez, amazonlar da."